HÜKÜMETİN ‘ASKERSİZLEŞTİRME� POLİTİKASI
İki yıl öncesine kadar Türkiye'de Avrupa yanlısı
tutumlar hüküm sürerken, hükümetin geri dönüşü olmayan
bir askersizleştirme yolunda olduğu düşünülmekteydi.
27 Nisan'daki ordunun müdahale tehdidi içeren açıklaması
bu görüşleri yıkmaya
yetti.

OSMANLIDA ‘HER ŞEYDEN ÖNCE ORDU�
Daha Osmanlı İmparatorluğu zamanında bile "Her
şeyden önce ordu" deyimiyle, yeniçerilerin padişahları
ve sadrazamları tahtlarından indirip katlettikleri
görülmekteydi. Ama, buna karşın imparatorluğu modern
çağa uyduranlarda yine Osmanlı subayları olmuştur.
General Mustafa Kemal Atatürk, bu imparatorluğun
külleri üzerinde, "ordunun milletin ruhu" olduğu
düşüncesinden hareketle 1923'te modern cumhuriyeti
kurmuştur.
KEMALİZMİ ATATÜRK İSTEMEZDİ
1927'de ihdas edilen zorunlu askerlik hizmeti bu
yönde "Türk ırkını ve milletini yüceltmek temelinde
ülkeye, yeri geldiğinde zorla, 'medeniyeti'; laiklik
ve Batı kültürü modasını, belletmek" gibi büyük bir
görev üstlenmiştir. Atatürk'ün ölümünden sonra askerler
'Kemalizmi' bir dogma haline getirmiş ve onun aziz
hatırasını sonsuza kadar koruma amacıyla kendilerinde
siyasi yaşama karışabilme (ki Atatürk bunu istemezdi)
yetkisi bulmuşlardır.
DİNCİLERE YAKIN PARTİ İKTİDARDA
27 yıllık tek parti döneminden sonra 1950'de dincilere
yakın olan Demokrat Parti iktidara gelmiştir. NATO üyeliğiyle
birlikte gelen siyasi ve ekonomik açılımlar aynı zamanda
düzensizliklere ve daha sonra da otoriter yönetimlere yol
açmıştır. 1960 yılında radikal genç subayların yönetimi
devralması ordunun prestijini kuvvetlendirmiş ve genellikle
hiyerarşik düzene saygılı toplum tarafından düzenin
sağlanmasının en büyük faktörü olarak kabul edilmesine
yol açmıştır. Bu durumdan generaller faydalanmış, bir cins
"gölge askeri hükümet" olarak tanımlanabilecek olan Milli
Güvenlik Kurulunu da içeren yeni bir anayasa hazırlayarak
kendilerine ordunun iç düzenlemeleri (İç Hizmet Kanun ve
Yönetmeliği kastedilmektedir.) kanalıyla kendilerine
"Anayasasında belirtilen Cumhuriyeti korumak" görevini
vermişlerdir.
DEMOKRASİYİ KURTARMA
Demokrasiyi kurtaran askeri müdahale senaryosu 1971'de
ve daha kapsamlı bir biçimde 12 Eylül 1980 tarihinde de tekrar
etmiştir. Yaklaşık 5000 kişinin ölümüne yol açan neredeyse bir
iç savaş olarak tanımlanabilecek olayları, idamların ve çekirdek milliyetçi
kadroların devlet kademelerine yerleştirildiği üç
yıllık bir askeri diktatörlük dönemi takip etmiştir. Bu
"kurtuluşun" yan etkileri günümüzde de hala hissedilmektedir.
Referandum sonrası kabul edilen 1982 Anayasası halen kısmi,
olarak yürürlüktedir.
10 YIL STAND-BY
2003 yılına kadar, Milli Güvenlik Kurulunun (MGK)
görüşleri hükümetler tarafından öncelikle kabul görmekteydi.
Diğer bir deyişle, "derin devlet" olarak amblemleştirilen
ve bir nevi politbüro gibi davranan bu kurul, kendilerine
göre güvenlikle ilgili gördüğü her konuya müdahil olmakta
ve görüşlerini sıralı bütün hükümetlere, bilhassa siyasilerin
kamuoyunda puan kaybettikleri dönemlerde, empoze etmekteydi.
Bu durum yaklaşık 10 yıl kadar askerleri uyku (stand-by)
pozisyonunda tutmayı bilebilen Turgut Özal'ın 1993'te
ölümünden sonra da sürdü. 28 Şubat 1997'de MGK, tanklara
gerek kalmadan, İslamcı Erbakan'ın koalisyon hükümetini
istifaya zorladı. Bundan böyle, önceden solculara karşı
dincileri yeğleyen askerlerin gözünde İslamcı tehlike
komünizm tehlikesinin yerini almaktaydı.
ASKERLERİN SEVMEDİĞİ HÜKÜMET
2003 Temmuzunda iktidara gelen, eski İslamcı
ve askerler tarafından sevilmeyen Erdoğan Hükümeti; daha
önceden teorik olarak sivil kurumlara sınırsız hakimiyetini
kaybetmiş olan MGK Genel Sekreterliğine bir sivili
görevlendirerek, görüşlerinin dikkate alınıp alınmadığını
kontrol edilmesini sağlamıştır. 700 kişilik kadrosu
azaltılan Kurulun toplantıları da her iki ayda bir yapılmaya
başlanmıştır. Bu "mucizenin" sebebi neydi? O dönemde Türk
halkının yüzde 70'i, prestijini kaybetmeden buna karşı
koyamayacak olan ordunun ağırlığını azaltılmasını isteyen
AB yanlısıydı. Buna karşın, generaller, resmi törenlere
türbanlı eşiyle katılmakla suçladıkları Meclis Başkanı
karşısında basın önünde toplam üç dakika suskun kalarak
rahatsızlıklarını belli etmişlerdir.
AB'nin ayak sürümeleri Türk kamuoyunun düşüncelerinin
değişmesiyle sonuçlanmış ve Bush yönetimi ve NATO krize
girmiştir. Türk generalleri bunun üzerine kendilerini ifade
etmekte daha özgür hissetmeye başlamışlardır. "Irak
Kürdistan'ının işgal" planlarını açıklamışlar, PKK'ya karşı
ülke içindeki saldırılarını artırmışlar, Kıbrıs sorununun
çözümüne yönelik düzenlemeleri sabote etmeye başlamışlar,
laiklik karşıtı uygulamalar karşısında tepkilerini açıkça
ortaya koymuşlardır.
BÜYÜK BİR EKONOMİK GÜÇ
Türk ordusunun ağırlığı, özerk olan mali gücünden de
kaynaklanıyor. 1960 darbesinden sonra o dönemki askeri
yönetim tarafından kurulan ve ülkenin üçüncü büyük holding
kuruluşu olan OYAK'ı elinde tutuyor. Bu kurum, gayrimenkul,
demir çelik, bankacılık sektörleriyle ileri teknoloji ve
turizm sektöründe de faaliyet gösteriyor. Ayrıca, AXA
ve Renault gibi yabancı şirketlerle de ortaklıkları
bulunuyor.
Birçok konuda ülke politikasına karışmakla eleştirdiği
Türk ordusunun bu yönünün AB tarafından görmezden gelinmesi,
Taha Parla adlı Türk bilim adamı tarafından eleştiriliyor.
Parla'ya göre, OYAK'ın ortaklıkları kanalıyla ordu diğer
iki büyük holding olan Koç ve Sabancı ile de yakın ilişki
içinde. Emekli üst düzey askerlerin holdinglerin yönetim
kadrolarında görevlendirilmesi geleneği orduyla iş dünyası
arasındaki bağı kuvvetlendiriyor.
Devlet bürokrasisi, iş dünyası ve ordu birlikteliği
üzerine kurulu OYAK, yardımlaşma fonu olarak kabul edildiği
için vergi muafiyeti gibi önemli bazı istisnai ayrıcalıklardan
da faydalanıyor. Hepsi asker olan 200 bini aşkın üyesi her
ay aylıklarının yüzde 10'unu bu kuruma aktarmaktadır. Bir
sivil tarafından yönetilmekte olan kurumun yönetim kurulunda
çoğunlukla askerler bulunmakta olup Yönetim Kurulu Başkanı
emekli bir generaldir.
Buna benzer iki ayrı fon, Savunma Sanayi Destekleme
Fonu ve Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı da daha
ayrıcalıklı olup Meclis kontrolü dışındadır.



