"Türkiye Barışını Arıyor" Konferansı (Veysi Sarıso

Düşüncelerinizi Özgür Bırakın
Cevapla
ANTER
Üstteğmen
Üstteğmen
Mesajlar:283
Kayıt:18 Oca 2007 15:31
"Türkiye Barışını Arıyor" Konferansı (Veysi Sarıso

Mesaj gönderen ANTER » 23 Şub 2007 10:31

14.01.2007

'Türkiye Barışını Arıyor' konferansına sunduğu konuşma metnidir

Sayın Başkan,
Sayın Konferans Delegeleri ve Katılımcılar,

Sizleri çok önceden planlanmış bir iş nedeniyle Konferansın 2. gününe katılamayan Genel Başkanımız Filiz Koçali ve tüm SDP üyeleri adına saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

'Türkiye barışını arıyor' Konferansı, özlem duyduğumuz demokrasinin ve parlamentonun iki günlük bir maket-provasına benzedi. Bu salonda, toplumun ezici çoğunluğunu temsil eden bütün düşünce akımları ve politik hareketler bir arada yer aldı. Sosyalistler, sol çevreler, liberaller, Müslüman demokratlar, -Ertuğrul Günay ve Ayhan Bilgen takılmama izin verirlerse ekleyeceğim, solcu Müslümanlar- ve Kürt özgürlükçüleri eşit haklılık ve karşılıklı saygı temelinde görüşlerini, devlet kameralarının menzilinde de olsa, özgürce dile getirdiler. Her zaman olduğu gibi, bugün de, erkek egemen topluma özgü kadın-erkek eşitsizliği Konferansımıza gölge düşürse bile, bu salonda başı açık kadınlar, tesettürlü kadınlar, tülbentli kadınlar yan yana aynı sıraları paylaştılar.

İşte gerçek Türkiye toplumu budur.

İki gün boyunca değerli konuşmacıların görüşlerini büyük bir dikkatle dinledik. Binlerce yıldır birbiriyle hal hamur olmuş büyük uygarlıkların coğrafyasına yakışır bir barış diliyle konuştular. Çoktandır unutulan bu dilin burada böylesine canlanmasını neye borçluyuz? Biz barışın dilini Türk ve Kürt kültürünün edebi zirvelerine, Yaşar Kemal'e, Mehmet Uzun'a, Vedat Türkali'ye, Adalet Ağaoğlu'na, elbette onlarla birlikte nice Ermeni, Rum, Süryani yazarlara, onların yapıtlarındaki derin felsefi ve estetik düşüncelere borçluyuz. Onların dili halkların dilidir. Ve aramızda tam da onların diliyle konuşan insanlar var: Barış anneleri!.. Şehit asker istismarcılarının kin ve nefret dilinden farklı olarak onlar, yitirdikleri evlatlarının acısını yüreklerine gömdüler, bir gün bile beddua okumadılar, lanet etmediler, en zor anlarında bile, 'yeter, bu kan dursun, barış olsun' dediler. Konferansımız barış annelerinin diliyle konuştu.

Biz konuşmaları bu barış dilinden dinlediğimiz için, konuşanların düşünceleri arasındaki farkları, hatta uzlaşmazlıkları fark edemedik. Herkesi içtenlikle alkışladık. Gerçekte doğal olarak görüşler arasında farklar da vardı, uzlaşmazlıklar da. Ama bütün bu farklara ve uzlaşmazlıklara karşın, değerli konuşmacıları ve salondaki katılımcıları birleştiren ortak bir temele dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu ortak temel, barışın ve demokrasinin önündeki temel iki engele karşı istisnasız herkesin, farklı terimlerle, doğrudan ya da dolaylı olarak takındıkları ortak tutumdur. Pek çoğumuzun kapısından adım bile atmadığımız, hatta mevcut durumunu içimize sindiremediğimiz Türkiye Büyük Millet Meclisinin üstünde, halkın demokratik iradesinin karşısında yer alan askeri vesayet rejimine ve halklararası kardeşleşmeyi baltalayan Kürt sorununda çözümsüzlüğe son verme iradesi, bize göre tüm konuşmalarda derin bir şekilde içerildi. Konferansımızın bizce en büyük kazanımı budur.

Konferansımızda böyle bir görüş birliği rastlantı değildir. Askeri vesayet rejimi ve Kürt sorununda çözümsüzlük yalnız biz sosyalistlerin ve Kürt özgürlükçülerinin önünde bir engel olarak durmuyor. AB'yi savunan liberallerin önünde de, İslamı özgürce yaşamak isteyen Müslümanların önünde de, özgürlük isteyen alevi ve Sünni tüm Kürtlerin önünde de, kadının kurtuluşunu savunan türbanlı, türbansız kadınların önünde de, ekolojik felaketle savaşmak isteyen yeşilcinin önünde de, YÖK mağduru horlanan İmam Hatipli gencin önünde de, koleje gidemeyen liselinin önünde de, özgürce bilim, sanat ve edebiyat yapmak isteyen aydının önünde de aynı engeller var; onların da önünde askeri vesayet rejimi ve Kürt sorununda çözümsüzlük dağ gibi bir engel oluşturuyor.

Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihi, askeri darbeler ve Kürt isyanları tarihidir aynı zamanda. Darbesiz ve isyansız yeni bir tarihin başlangıcını yapmak, burada temsil edilen toplumun en büyük çoğunluğunun özlemidir. Baykal ve benzerlerinin dışında kim darbe ister? İsyan eden de içinde hangi Kürt isyan ister? Darbesiz Türkiye için askeri vesayet rejimine ve isyansız bir Türkiye için Kürt sorununda çözümsüzlüğe son vermek gerekir. Konferansımızın benimsediği bu ortak hedefleri SDP de bütünüyle benimsiyor. Biz Konferansa katılan herkesle bu hedefler temelinde güç birliği yapmaya hazırız. Bu saydığımız hedefler yarım kalmış bir değişimi tamamlama mücadelesinin hedefleridir. Türkiye 1950 yılında tek parti diktasına son verdi. Ama yanlış bir ata, yani Demir Kırata bindi. Askeri vesayet rejimi ve Kürt sorununda çözümsüzlük tek parti döneminden bize DP hükümetleri tarafından devredilen en kötü mirastır. Biz Demokrat Parti'nin 1950 yılında yükselttiği, ancak baş aşağı duran sloganını yeniden canlandırmaya ve ayakları üstüne oturtmaya, sizlerle birlikte bu sloganı var güçle haykırmaya hazırız:

'Yeter! Söz halklarındır!'

Sayın Başkan, Değerli Konferans Delegeleri ve Katılımcılar,

Kürt sorunu herhangi bir sorun değildir. Onu yalnızca kültürel bir soruna indirgemek ve 'çok kültürlü toplum' projesiyle çözmek hiç mümkün değildir. Çünkü Kürt kültürü, herhangi bir devletin koruma altına alacağı ya da farklı kültürlerin onu devletin karşısında koruyacağı, kendi başına varolma olanağı zayıf azınlık kültürlerinden birisi değildir. Bu hem büyük bir kültürdür, zengin bir dildir, hem de bu kültür ve dil, onu yaşatmaya muktedir büyük bir halkın kültürü ve dilidir. Devletsiz ve inkar-asimilasyon ateşi içinde geçen asırlar, bunu kanıtlamış bulunuyor. Aynı zamanda şu son çeyrek yüzyıllık savaş, bu halkı, modern denilen uluslar hangi özelliklere sahipse, onlarla donatmıştır. Kürtler modern ulusların düzeyine yükselmiştir. Ve şimdi Güney'de kurulmakta olan Kürt devleti, Kürt ulusal gerçekliğini inkar eden bütün tezleri tarihin çöplüğüne gömmüştür. Geriye dönüşsüz nitel bir sıçrama gerçekleşmiştir. Artık Kürtleri asimile etmek mümkün değildir. Türk ulusunu ulus yapan bütün özelliklere Kürtler de sahiptir artık. O halde Türklerin sahip oldukları tüm haklara da sahip olmalıdırlar.

Çözümün özü burada yatıyor. Sorun eşitlik ilkesine evet mi, hayır mı deme sorunudur. Ama bu eşitlik, mevcut anayasadaki eşitlik değildir. Anayasayla Kürtlere denen şudur: 'Ya vatandaşlık bağıyla Türk olun ya da vatandaş olmayın!' Bu anayasa maddesi 'ya sev ya terk et! Faşist sloganının ve 'sözde vatandaş' etiketinin hukuki ifadesidir. Bu anayasa maddesine göre, 'Türküz deyin, bizimle eşit olun' denmektedir. Bu demagojinin sahiplerine seslenelim: 'Kıbrıslı Türklerin Rumlarla eşit olmak için, 'Hepimiz Rumuz' demelerine ne diyorsunuz? Kerkük'teki Türkmenlerin 'hepimiz Kürdüz' diyerek petrol zenginliğine ortak olmalarına var mısınız? Ve madem 'bizi Müslüman olduğumuz için AB'ye almıyorlar' diye yakınıyorsunuz, o halde AB'nin eşit haklı üyesi olmak için 'hepimiz hidayete erdik, artık Hristiyanız' diyecek misiniz? Ve neden bizzat kabul etmediğiniz bu kendi kimliğini terk edip eşit olma rüşvetini Kürtlere teklif ediyorsunuz?

İnkarcıların inandırıcı hiçbir yanı yoktur. O nedenle onlar şiddet yoluna başvuruyorlar. SDP Marksistlerin ulusal sorunla ilgili temel ilkesini, bir zamanlar Sadun Aren hocamızın sözleriyle Türkçe olarak şöyle ifade ediyor: Kürtler nasıl istiyorlarsa, tastamam ve özgürce öyle yaşama hakkına, tıpkı Türkler gibi sahiptir. İşte bizim çözüm önerimiz budur.

Elbette bizim Kürt sorununda çözümle ilgili bu ilkemizin, herkes tarafından benimsenmediğini biliyoruz. Ama bu görüş ayrılıkları bizim birlikte hareketimizin önünde engel değildir. Çünkü biz, şu anda, Kürt sorununda çözüm nedir sorusunu tartışmıyoruz. Biz, Kürt sorununda nasıl bir çözüm önerilirse önerilsin, bu çözüme hangi yoldan ulaşılmalıdır sorusunu tartışıyoruz. Silahlı ve yasa dışı yollardan mı, silahsız ve yasal yollardan mı? Aktüel soru budur. Ve hepimiz silahsız ve yasal yollardan mücadele şıkkında tam bir görüş birliği içindeyiz.

Değerli yazar Ece Temelkuran'ın önerisine uygun olarak, 'kuliste konuşulanları' bu kürsüden de dile getirmeyi denemek istiyorum. Biz, genel olarak Kürt sorunu ile değil, Kürt sorununu çözmek üzere örgütlenmiş olan PKK gerçeği ile ilgili olan bir konuyu tartışıyoruz. Böyle olmasaydı barıştan söz etmeyecek ve böyle bir Konferans toplamayacaktık. Ve barıştan söz ediyorsak eğer, devlet güçleriyle PKK arasında bir barıştan söz ediyoruz. Çünkü savaş devlet güçleriyle isyancı güçler arasında sürüyor. Bizimle, sizinle, DTP ile değil.

O halde bizim yanıt vermemiz gereken ilk soru şudur: PKK silahsız ve legal örgütlenme yolunu gerçekten istiyor mu?

Bütün belirtiler, açıklamalar ve en başta da PKK'nin bugün de Başkan olarak kabul ve ilan ettiği, aynı zamanda Kürt toplumunun 3.5 milyon imzayla 'irademizdir' dediği Abdullah Öcalan'ın, bırakalım geçmişi, 1999'dan beri dile getirdiği görüşler, PKK'nin silahsız ve legal yoldan mücadele çizgisini benimsemeye hazır olduğunu ortaya koymuştur.

Bu durumda ortaya çıkan ikinci soru şudur: PKK'nin böyle bir silahsız ve legal yola koyulması mümkün mü? Bu yolun önündeki engeller nedir? Açıktır ki, PKK'nin bu konudaki samimiyetinden kuşku duyan çevreler, PKK'nin samimiyet derecesini test edebilecek hiçbir ölçüye sahip değillerdir. Çünkü, PKK'nin silahsız ve legal yolu seçmesinin önünde, bu örgütün samimi olup olmaması ile ilgili engeller değil, Kürt halkını Cumhuriyet boyunca isyanlara sürükleyen politik, hukuki ve toplumsal nedenler bugün de olduğu gibi durmaktadır. Şu andaki durum açıkça şöyledir: Kürt sorununu Kürt tarafı silahlı yoldan mı çözecek yoksa silahsız yoldan mı ikilemi yok. Kürtler Kürt sorununu çözmek için silahsız ve legal yoldan mücadele imkanına kavuşacak mı, yoksa ona bu olanak verilmeyecek mi sorunu duruyor karşımızda. Temel soru budur. Bir örgüt, bir sorunu silahlı yoldan mı, silahsız yoldan mı çözeceğine kendi özgür iradesiyle karar verebilir. Ama bir örgüt silahlı yoldan silahsız yola geçmek istediği zaman, eğer devlet güçleri o mücadeleyi silahsız ve legal yoldan yürütmeyi yasaklamışsa, silahsız yola koyulmak o örgüte bağlı değildir. Şu anda PKK'nin silahlı yoldan silahsız yola geçişi, yalnız ve yalnızca devletin kararına bağlıdır.

Aralarında Yaşar Kemal'in, Mehmut Uzun'un, Vedat Türkali'nin, Adalet Ağaoğlu'nun, Oya Baydar'ın, Osman Kavala'nın, Akın Birdal'ın, Gencay Gürsoy'un ve Seydi Fırat'ın, Mustafa Karaali'nin de bulunduğu 324 aydının yayınladığı bildiri, işte bu gerçeği mükemmel biçimde kavramış ve PKK'nin silahlı yoldan silahsız yola geçişi için devletin yapması gereken her şeyi, bölgede konuşlanmış gizli savaş örgütü ile koruculuğun tasfiyesi gibi önlemler dışında, başarıyla ortaya koymuştur.

Bunlar özetle ve bizim terimlerimizle şunlardır:

Birincisi, ateşkes ilanına askeri güçlerin de aynı biçimde yanıt vermesidir. Bu, barışın ilk adımıdır. Hiç kuşkusuz buna, her barışta esirlerin serbest bırakılması gibi, Türk-Kürt barışında da genel politik af ilan edilmesidir.
İkincisi, her barış antlaşmasının olmazsa olmaz ön koşulu nasıl tarafların birbirlerini tanıması ise, Kürt-Türk barışının da temel ön koşulu devletin Kürt kimliğini ve dilini tanıması, Kürt tarafının da anayasal ve yasal çerçevede silahsız ve legal mücadele sınırları içinde kalma ilkesini kabul etmesidir.
Üçüncüsü, bu tanıma temelinde, Kürtlerin kendi kimlikleri, dilleri, kendi bağımsız örgütleri ve çözüm programları ile siyasal yaşama katılmaları için, onların düşünce ve örgütlenme özgürlüklerinin sağlanmasıdır.
Dördüncüsü, Kürtlerin tüm temsili kurumlara katılmasının önündeki engellerin, en başta da seçim barajı engelinin şu ya da bu şekilde kaldırılmasıdır.
Beşincisi, bölgeler arası ekonomik ve sosyal eşitsizliğe, göç ettirmenin yarattığı ağır yıkıma karşı, Diyarbakır Belediye Başkanı Sayın Osman Baydemir'in dile getirdiği pozitif ayrımcı bir programın kabul edilmesidir.

Bize göre, burada dile getirilen ve 324 aydının bildirisinden, kendi terimlerimizle özetlediğimiz bütün bu önlemler paketi bir bütündür. SDP, 324 aydının bildirisini olduğu gibi benimsemiştir. Hiç kuşkusuz bu önlemler bir günde uygulanacak değildir. Ancak bu önlemler paketinin kabul edilmesi, bunun hükümet programının bir parçası haline getirilmesi, Türkiye'yi bir çırpıda aradığı barışla yüz yüze getirecektir. Kürt çevreleri, defalarca bu yönde bir işaretin bile yeteceğini açıklamışlardır. Şu anda istenen yalnızca böyle bir barış paketiyle ilgili, inandırıcı bir işarettir.

Ve işte değerli delegeler, bugünkü iktidar güçleri, bırakalım barışı, barışın işaretini bile vermiyorlar.

Böylece konuşmamın sonuna gelmiş bulunuyorum: Konuşmamın sonu, Hükümetin şu son günlerde Kürt sorununda girdiği tehlikeli eğilime işaret etmek amacını taşıyor. Başbakan'ın son açıklamaları, ortada sanki bir ateşkes durumu yokmuş gibi, 'sınırların dışından Türkiye'yi tehdit eden teröre karşı' sınır ötesi operasyon hazırlığı içinde olunduğu izlenimini yaratıyor. Hükümet Kandil'e yönelik bu tehditlerini, Kerkük sorunuyla birleştiriyor. Aynı anda hem içerde, hem de dışarıda Kürt karşıtı militarist bir politikanın tırmandırıldığı görülüyor. Bu çılgınca bir yönelimdir. Türkiye'yi iç savaşa ve bölgesel savaşlara sürükleme tehdidiyle karşı karşıyayız.

SDP, Hükümeti uyarıyor: Ateşkese yanıt verin ve Kerkük'ten elinizi çekin!

Şurası çok açıktır ki, Çankaya savaşlarıyla kuşatılan AKP hükümeti, kuşatmayı milliyetçi ve militarist çevrelerle uzlaşarak kıracağını sanıyor. Bu durumda Türkiye'nin bütün demokratik güçleri, hükümetin AB politikasını destekleyen çevreler de, militarist laisizme karşı islamı özgürce yaşamak isteyenler de içinde Başbakan'ı Kemalist hasımlarıyla baş başa bırakacaklar, hükümet, 3 kasımdan beri kendisine sunulan ve hak etmediği desteklerden mahrum kalacaktır. Böyle bir durum genel seçimlerde AKP için ağır bir yenilgiye yol açacaktır.

Hükümeti bu çıkmaz yoldan geriye çevirmek, yalnızca Konferanslarla, bildirilerle, açıklamalarla mümkün değildir. İç savaş ve bölgesel savaş tehlikesine karşı halklarımızın demokratik ve barışçı iradesini harekete geçirmeliyiz. Şunu öneriyoruz:

Konferansımız, bizlerin barış iradesini birleştirecek bir Barış Kurulu seçsin. SDP bu Kurul'u vargüçle destekleyecek, onun eylemlerine katılacaktır.

İkincisi önümüzdeki Newroz'a ve 1 Mayıs'a hep birlikte 'Türkiye Barışını Arıyor' sloganıyla hemen bugünden hazırlanalım.

Ve her kim, sokakta yitirdiğimiz barışı, sadece masada arama yanlışına düşmez ve Newrozlarda, 1 Mayıslarda alanlara çıkarsa, her kim Konferansımızda dendiği gibi, askeri vesayet rejimine ve Kürt sorununda çözümsüzlüğe son derse, nihayet her kim 324 aydının bildirisine katıldığını açıklarsa, işte onlarla genel seçimlere tek bir blok içinde girelim.

Hepinizi saygıyla selamlar, dinlediğiniz için teşekkür ederim.


Cevapla

“Özgür Düşünce & Felsefe” sayfasına dön