Sahâbe Uygulaması Olarak Sünnete Bağlılık

Dinimiz hakkında hertürlü bilgi
Cevapla
Ehmede_Omeri
Banned
Banned
Mesajlar:1042
Kayıt:24 Şub 2007 19:20
Ruh Hali:Kızgın
Cinsiyet:Erkek
Burç:Terazi
Takım:Galatasaray
Sahâbe Uygulaması Olarak Sünnete Bağlılık

Mesaj gönderen Ehmede_Omeri » 02 Nis 2007 15:55

İslâm dininin Kur'ân-ı Kerîm'den sonra ikinci kaynağı olan Sünnet, özellikleri ve uygulamaya yönelik temel görevi dolayısıyla Müslümanlar açısından vazgeçilmez bir niteliğe sahiptir. Bu sebeple ilk dönemlerden günümüze dek İslâm'ın yorumlanması ve yaşanması sünnet verilerine dayalı olarak yürütüle gelmiştir.

Sadece Kur'ân'a tâbi olduklarını iddia edip Resûlullah'ın (s.a.s.) sünnetinden yüz çeviren kişi ve gruplar dün olduğu gibi günümüzde de görülebilmektedir. Toplumda sünnetin büyük bir kısmından şüphe edilmesine sebep olan bu tür iddiaların, günümüz gerçekleri de dikkate alınarak bilimsel yollarla değerlendirilmesi, hizmet vâdeden faydalı çalışmalardır. Esasen İslâm'ı kendi din, mezhep, düşünce ve tercihlerine benzetme girişimlerinin görüldüğü her dönemde İslâm âlimlerinin, sünneti esas alan çalışmalara yöneldiği târihî bir gerçektir. Günümüzün yoğun şekilde yaşadığı kültürler arası mücadele ortamında, İslâm kültürünün kendi özellikleri içinde kalabilmesi ve Müslümanların ondan bu kapsamda yararlanabilmesi "Sünnet"in ve "Sünnete Bağlılık" meselesinin yeniden tetkikini zorunlu hâle getirmiştir.1

Sünnete Bağlılık Kavramı

İ'tisâm bi's-Sünne (Sünnete Bağlılık), bir hadîs usûlü terimi olmamakla birlikte Hz. Peygamber'in onu terkib olarak değilse de kavram olarak kullanmış olması2 ve zamanla hadîs edebiyatında bölüm veya bâb (alt başlık) adı olarak yerini almış bulunması bu terkibi incelemeyi gerekli kılmıştır. Dolayısıyla i'tisâmın nitelik ve fiil olarak incelenmesi, gerek pratik dînî hayata ve kültüre gerekse İslâmî kimlik ve kişiliğe katkılar vâdeden bir mesâî alanıdır.

"Sünnete Bağlılık", İslâmî literatürde "el-İ'tisâm bi's- Sünne" şeklinde ifade edilir. Kavramların anlam çerçevesinin mümkün olduğunca açık bir şekilde tesbiti için öncelikle o kavramın dil yönünün belirlenmesine ihtiyaç vardır. Bizim araştırma konumuz da bu ihtiyacın pek derinden hissedildiği bir mevzudur. Zira i'tisâm bi's-Sünne meselesi son zamanlarda sünnet ile birlikte yoğun şekilde tartışılmaktadır. Bu gelişme dikkate alınarak belli bir ilmî berraklığa ulaşabilmek maksadıyla el-İ'tisâm bi's-Sünne tâbirinin -söyleyiş yönünden- birinci kelimesi olan i'tisâm kavramının lügat ve terim anlamları değerlendirilecektir. Konunun incelenmesi esnasında Kur'ân ve sünnetten misâller verilmeye özen gösterilecek, i'tisâm'ın ilk dönemdeki kullanılışı ortaya konulmaya çalışılacaktır.

İ'tisâm Kelimesinin Anlamları

İ'tisâm kelimesinin kökü olan "asm", el ile yapışıp bırakmayacak şekilde tutmak, tutunmak, yakalamak, kavramak, sığınmak, iltica etmek,3 korumak,4 eksik bırakmadan tüm yönleriyle korumak5 mânâlarına gelir. Nitekim bu anlam, "Allah, seni insanlardan koruyacaktır" (Mâide 5/67) meâlindeki âyette açıkça görülmektedir. "Namaz kılan, zekât veren benden canını ve malını korumuş olur"6, "Allah'ım, benim için koruyucu kıldığın dinimi ıslâh et"7 ve "Kur'ân, ona sarılan için koruyucudur"8 hadîslerinde görüldüğü üzere kelime "maddî" ve "mânevî" şeylerden koruma ve korunma anlamında kullanılmaktadır. Ayrıca asame kelimesinin kurtarıcı,9 (görüşünde) isâbetli olmak10 ve kifâyet11 mânâları vardır. "İ'tisâm"la aynı kökten olan bazı kelimelerin mânâlarına da işaret etmek, kelimenin anlamının açıklanmasına faydalı olacaktır. Meselâ, ismet kelimesinin kurtuluş yolu, hayırda sebat12 ve sağlam, doğru, insanların i'tisâm ettikleri kuvvetli iş13 mânâlarında olduğunu tesbit etmekteyiz. Yine i'tisâm ile aynı kökten olan isti'sâm kelimesi ise genellikle sakınma ve kaçınma anlamında kullanılmaktadır. "Ben onun nefsinden murâd almak istedim, fakat o, bundan şiddetle sakındı" (Yûsuf12/32) meâlindeki âyette, isti'sâmın, kaçınma,14 açık bir sakınma ve sıkı korunmayı15 ifâde ettiği görülmektedir.

"İ'tisâm" kelimesine gelince, kelimenin sarılmak, bağlanmak,16 yapışmak,17 sığınmak,18 güvenmek,19 dayanmak, güç almak,20 kuvvetlenmek,21 yardım istemek,22 korunmak,23 kaçınmak24 anlamları bulunmaktadır. Bu anlamların tümü, aslında i'tisâm bi's-Sünne terkibinin mânâsı ile uyum içindedir.

İ'tisâm kelimesinin, kullanılışı ve anlamları konusunda âyet ve hadîslerdeki örnekleri, söylenilenleri te'kid edici önemi hâizdir. Bu sebeple biz, kök anlamlarıyla terkib anlamı arasındaki ilişkiyi ve uyumu, âyet ve hadîslerden misâller vererek delillendirmek istiyoruz.

Kur'ân-ı Kerîm'de i'tisâm kelimesi, pek fazla kullanılmamıştır. Ancak "Kim Allah'a bağlanırsa (i'tisâm ederse) kesinlikle doğru yola iletilmiştir" (Âl-i İmrân 3/101) ve "Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın (i'tisâm edin), bölünmeyin" (Âl-i İmrân 3/103) meâlindeki âyetlerde görüldüğü gibi sarılmak, bağlanmak anlamında kullanılmıştır.

Peygamber Efendimiz'in Veda Haccı'nda söylediği "Size, sarıldığınız (i'tisâm ettiğiniz) takdirde asla sapıtmayacağınız iki şey bıraktım. Allah'ın Kitabı ve Nebîsi'nin sünneti"25 hadîsi, 'Sünnete i'tisâm'dan bahseden en meşhur nasstır. Buna göre "İ'tisâm bi's-Sünne" terkibi, bu söylenişiyle yani terkib şeklinde değilse bile öz ve kavram olarak Hz. Peygamber tarafından ortaya konulmuştur. Hadîs aynı zamanda, hem i'tisâm kelimesinin kullanılışına delil olmakta hem de Kur'ân-ı Kerîm yanında sünnete sarılmanın gerektiğini belirtmektedir. Bunun dışında "Allah'a inandım, Allah'a sarıldım (i'tisâm ettim)" 26 ve "Allah Teâlâ, sizin Allah'ın ipine sarılmanızdan (i'tisâm etmenizden) râzı olur"27 hadîslerinde de i'tisâm kelimesi, âyetlerde olduğu gibi Allah'a "sarılmak" anlamında kullanılmıştır.

Tâbiîn âlimlerinden İmam Zührî'nin (v. 124/741) "Geçmiş âlimlerimiz 'Sünnete sarılmak (Sünnete i'tisâm) kurtuluştur' derdi" 28 sözü ise, "i'tisam bi's-Sünne" terkibinin, sahâbîler tarafından kullanıldığına delil olmaktadır.

Kelimenin kök mânâları ve kullanımlarından "i'tisâm" kelimesinin, sünnetin hiçbir şekilde ihmal edilmeyip ona sımsıkı sarılmak anlamını taşıdığı, bu sebeple son derece bilinçli bir seçim ve ifadelendirme olduğu anlaşılmaktadır. Aynı zamanda i'tisâm kelimesinin aslında olumluluk, doğru olma, doğruyu bulma mânâsı bulunmaktadır. Kelimenin mânâlarından hareketle sünnetin koruyucu olduğu sonucuna gidilebilir. Yine kelimenin kifâyet mânâsı, sünnetle yetinmek, sünnete uygun olmayan düşünce ve davranışlardan yine sünnetle korunmak anlamında sünnetin yeterli ve koruyucu oluşuyla paralellik göstermektedir. Korunmak mânâsı bile sünnet dışı olan şeylerden sünnetle korunmak, sünnette olmayandan kaçmak anlamlarında i'tisâm bi's-Sünne terkibiyle uyuşmaktadır. "İ'tisâm"ın, bir şeyden ayrılıp başka bir şeye sıkıca bağlanmak mânâsına gelmesi de başka şeyleri bırakıp sünnete bağlanmayı anlatması bakımından önemlidir. Âyet ve hadîslerde Allah'a, Kur'ân'a, sünnete yönelik bir fiil olarak kullanılan i'tisâm kelimesi, çok özel ve yüksek bağlılık kavramının ifadesi olmaktadır.

İ'tisâmın Tahlili

"İ'tisâm"ın, Müslümanlar arasında itibar kaynağı olan bir fiil olduğunu söylemek gerekir. Resûlullah'ta (s.a.s.) güzel bir örnek olduğunu belirten "Hakikaten Allah'ın Resûlü'nde sizler için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah'ı çok zikredenler için en mükemmel bir nümune vardır." âyetiyle (Ahzâb 33/21) ve Hz. Peygamber'in de kendisini "Bende sizin için örnek yok mu?" 29 sözleriyle misâl göstermesi, Müslümanların Hz. Peygamber'in yoluna uymaları, O'nun edebiyle edeplenmeleri emridir, isteğidir. Bu âyet ve hadîslerin zikredilmiş olması, aynı zamanda Hz. Peygamber'e benzemenin ne derece önemli olduğunun göstergesidir.

İ'tisâm, her şeyden önce imanla ilgilidir. Sünnete uymak, sünneti yaşamak için Hz. Peygamber'e ve O'nun yoluna inanmak gerekir. Bundan sonra "i'tisâm"ın bir "fiil/eylem" olduğu dikkate alınmalıdır. Nitekim etbâu't-tâbiînin âbid ve zâhidlerinden Abbâd b. Abbâd el-Havvâs, "sünnetle amel etmeyip, sadece sözle benimsemekle yetinmeyin. Zira sünneti amel etmeksizin benimsemek, ilmi zâyi etmenin yanında yalan söylemektir" 30 diyerek, hayata geçirmedikten sonra sünneti bilmenin bir şey ifâde etmediğine işaret etmiştir.

Bu doğrultuda, sünnete uymak, sünneti uygulamak yanında sünnete aykırı davranışta bulunmamak da i'tisâm sayılmıştır. İbâdetleri, sünnete uygun olarak yerine getirmek, başlı başına "Sünnete Bağlılık" anlamına gelmekte, amellerin sünnetteki şekliyle yetinme, sünnet dışına çıkmama i'tisâm kavramının içinde yer almaktadır. Buna göre i'tisâm fiili, sünnetteki uygulamayı tatbik etmekten ibaret olmaktadır.

İslâm Dini'nin getirdiği büyük nizam, sünnetle hayata geçirilmiştir. Birçok yönü olan bu sistemde Hz. Peygamber'e uymak, O'na (s.a.s.) benzemeye çalışmak zor ve ferdî hürriyeti kısıtlama gibi görülebilir. Hatta "sünnete ittibâ, sonuçta insânî faaliyet hürriyetine ve cemiyetin tekâmülüne tecâvüz hâlini alır"31 iddiasında bile bulunulabilir. Bu gibi bir iddia, ya İslâmiyet'i iyice bilmemekten kaynaklanmış olabilir, ya da kötü bir niyetin ürünüdür. Sünneti, hayatın dışında gören bu anlayış, sünneti ferde ve topluma zararlı hatta bir yük olarak kabul eder. Halbuki sünnet, Müslümanın hayatının kendisidir. Bir peygamberin yaşama biçiminin ise kimseye zararlı olmayacağı âşikârdır. Bunun şuurunda olan sahâbîler, arzularının ve buna bağlı olarak da fiillerinin Hz. Peygamber'e uygun olmasını esaret değil, gerçek hürriyet sayıyorlardı. Çünkü İslâmiyet hevâyı bırakıp hakka uymayı emretmiştir. Sünnet de hak olduğuna göre sünnete bağlılık insan hayatını sınırlayıcı değil, düzenleyicidir. Bir biçimde yaşaması gereken insan, benzeyeceği insanlar arasında seçim yapacaktır. Kur'ân'ın insanlara örnek olarak gösterdiği Peygamber (s.a.s.) gibi yaşamak, O'na (s.a.s.) benzemek; hürriyetleri kısıtlamak değil, aksine nefsin, diğer insan ve nizamların egemenliğinden kurtulması demektir.

İ'tisâm, bütün yönleriyle sarılmak, bağlanmak mânâsında olunca "Sünnete sarılma"nın aşırılıkla ilgisi olup olmadığı söz konusu olabilir. Halbuki İslâmiyet, itidâl dinidir. Dinde aşırılık kapısı kapatılmıştır. Hz. Peygamber, güç de olsa sürekli istikâmet üzere olmayı tavsiye etmiştir.32 O (s.a.s.), amellerde itidâlin elden bırakılmaması; konulmuş olan şer'î sınırlar aşılarak, usanç verecek, dinde karışıklık doğuracak, tabiî ihtiyaçların karşılanması için gerekli faaliyetleri engelleyecek bir davranışa girilmemesi uyarısında bulunmuştur.33 Hz. Peygamber'in kendi davranışları ve sahâbîlere yaptığı uyarılarından anlaşıldığına göre, arzu edilen, itidâl, yani orta yoldur. Bu tutum, aynı zamanda "sünnetin itidalden ibaret olduğu" mesajını vermektir. Zaten din, tabiî olanı emreder. Bu itibarla i'tisâm bi's-sünne, İslâm'ı mutedil bir çizgide yaşamak demektir. Asla aşırılık anlamı taşımamaktadır. Çünkü sünnet, hayatı Müslümanca yaşama biçimidir. Hz. Peygamber kendi yaptığından daha fazlasına rıza göstermemiş, ömür boyu sünnet üzere yaşamanın daha önemli olduğunu belirtmiştir.

Öte yandan i'tisâm'ın dînî yaşayışta azîmet mi yoksa ruhsat mı ifâde ettiği önemli bir noktadır.34 Bunun incelenmesi sünnete i'tisâm'ın mümkün olup olmadığının ya da ne ölçüde mümkün olabileceğinin tesbitine de imkân verecektir. Her şeyden önce Hz. Peygamber'in, "Bazılarına ne oluyor ki benim ruhsat verdiğim şeyleri yapmaktan çekiniyorlar!"35 hadîsi, sünnette belirlenenden öte Müslüman olunamayacağını gösterir. Sünnete uygun az amel, bid'at olan çok amelden hayırlıdır. Kim benim (sünnetimle) amel ederse, Ben'dendir, kim sünnetimden yüz çevirirse Ben'den değildir" 36 hadîsi de azlık-çokluk, kolaylık-zorluk gibi keyfiyetlerden daha ziyade, sünnet üzere yaşamanın önemli olduğunu ortaya koyar.

Sahâbîlerin iki türlü uygulama imkânı olan durumlarda ruhsatları kullanmayıp azîmeti tercih ettiği hâller olmuştur. Onlar, ruhsat olanı da kabul ettikleri için bu, i'tisâmsızlık sayılmaz. İkili uygulama imkânının bulunduğu hallerde, güçlüğe düşmeden aslî olan veya azîmet ifade eden tercih edilmiş olmaktadır.

İ'tisâm, "Sünnete Bağlılık" mânâsıyla bir azîmet, sünnetin itidâl ve kolaylaştırılmış İslâmî yaşayış olması dolayısıyla da tam bir ruhsat ve kolaylık anlamı taşımaktadır.

Hz. Peygamber'e uymanın, O'nun sünnetine sarılmanın ittibâ mı yoksa taklit mi olduğu, i'tisâm ile taklit arasında mâhiyet açısından birlik bulunup bulunmadığı da akla gelebilir.

Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde taklidi zemmetmiştir. Meselâ, "(Yahûdiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i Rabler edindiler" (Tevbe 9/31) buyurulmuştur. Allah'ın emirlerini ihlâl konusunda; bâtıl olan taklidi kınayan, taklidin ne tehlikeli boyutlara vardığını gösteren bu âyetteki "rab edinmek"le ilgili olarak Resûlullah (s.a.s.) "Rahipler, Allah'ın haram kıldığını helâl sayıyor, halk da helâl sayıyordu. Allah'ın helâl kıldığını, halka haram kılıyorlar, onlar da haram sayıyorlardı. Bu, onlara tapınma demektir" buyurmuştur.37 Hz. Peygamber, bu sözleriyle Allah'ın emir ve yasakları varken, bunları bırakıp kendi kendilerine helâl-haram belirleyen âlimlere tâbi olmayı, taklit etmeyi, o kişileri tanrı edinmek olarak tanımlamıştır.38 Çünkü Allah'ın helâl-haram kılma yetkisini kullanan bu ruhban sınıfına, verdikleri hükümlerin delili sorulmamaktadır.

İnsanlara düşünmeden uymanın yanlışlığı da Kur'ân-ı Kerîm'de yer almaktadır. "Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız" (Zühruf 43/23-24) âyetinde, inkârcıların, ihtidâ sayarak atalarına, babalarına uydukları belirtilmiş, yanlışlığı takipteki ısrar kınanmıştır. Mukallidler, atalarının sözleriyle amel ederler, onların izlerine tâbi olur, onlara uyarlar. Dalâletlerinden çıkarılıp, hakka çağrılsalar da delilsiz, hüccetsiz olan atalarından kalan mirasa sarılırlar.39 Taklitçilerin, "Şüphesiz Allah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir" (Enfâl 8/22) âyetinde sağır ve dilsizlere benzetilmeleri de körükörüne hareket ettiklerini ortaya koymaktadır.

Taklidin kötü yanlarından biri de taklit edilenlerin durumudur. Bunlar, insan olmaları açısından her zaman hata, gaflet, hevâya uyma gibi durumlarla karşı karşıyadırlar. Resûlullah (s.a.s.), taklit edilecek kişilerin bu durumuna, "Benden sonra ümmetim hakkında üç şeyden endişe ediyorum: Âlimin sürçmesi, zâlimin hükmü ve peşinden gidilen hevâ" 40 hadîsiyle işaret etmiştir. Hz. Peygamber'in kendisine içtihâd yetkisi verdiği sahâbilerden Muâz b. Cebel (v. 18/639), kendisi de âlim bir kimse olmasına rağmen âlimlerin sürçebileceğini, hataya düşebileceklerini şöyle ifade etmiş, Müslümanları uyarmıştır: "Âlim, hidâyet üzere de olsa onun hayatını din olarak taklit etmeyin. Mü'min fitneye düşer, sonra tevbe eder. Kur'ân'a gelince yol işareti gibi işarettir (ışıktır)."41 Taklit edilecek kimselerin hayatında -âlim de olsa- dalgalanmalar olabilir. Hataya düşebilir, sonra hakkı bulabilir. Çünkü insanlar mâsum değildir. Bilindiği gibi mâsum olmayan kişilerin bilinçsizce ve tabu hâline getirilerek taklit edilmesi, dini tahrif eden sebeplerden biridir.

Hz. Peygamber, uyulması gerekeni ve taklitten kurtulmanın yolunu "Size iki şey bırakıyorum. Onlara sarılırsanız asla sapıtmazsınız: Allah'ın Kitabı ve Resûlü'nün sünneti." 42 hadîsiyle göstermiştir. Böylece gerçek ittibâın, Kitab ve sünnete olacağını belirtmiştir. Taklidin bâtıl oluşu sebebiyle asıllara yani Kitâb ve sünnete teslimiyet şarttır. Taklidin pek çok sakıncalarından dolayı Hz. Peygamber'den başkasının hayatına ittiba edilmeyeceği ortaya çıkar. Çünkü Hz. Peygamber'in diğer insanlar gibi haktan ayrılması, sonra hakkı bulması söz konusu değildir. "Her hâlükârda düşünülmeden bağlanılması vâcip olan sünnetleri taklit gibi hiç kimse taklit edilmez"43 sözü, sünnete ittibaın veya taklidin gerektiğini belirtir. Zira, Resûlullah'ın (s.a.s.) ismeti sâbittir, günahlardan, dinde hataya düşmekten korunmuştur.44

Taklit ile ittiba arasında şu fark vardır: Taklit, şahsa yönelik; ittibâ, Kitab'a, sünnete yani delile yöneliktir. Resûlullah'ın (s.a.s.) taklid edilmesiyle, örnek alınması farklı şeylerdir. O'na tâbi olmakla taklit etmek arasında fark vardır. Taklitte irâde yoktur. Tâbi oluşta irâdî bir tavır vardır. İ'tisâm bilinçle yapılır. Taklitte olsa olsa sadece taklit etme düşüncesi olabilir. Taklitteki bilinçsizliği anlatmak için "körü körüne taklit" deyiminin kullanılması da bunu gösterir. Fiil olarak i'tisâm'ın, şuurla yapılan bir uygulama olması özelliği taklide engeldir. Bu, bizi aynı zamanda i'tisâmın ruh ve fiil bütünlüğü gerektirdiği sonucuna götürür.

Hz. Peygamber'in tavırları, fiilleri kısacası kendisi delil niteliğindedir. Taklit ve i'tisâm arasında fiil olarak görüntüde bir paralellik bulunsa bile, temelde yani "delil"e uyulmuş olması bakımından çok büyük farklılık vardır. Bu sebeple sünnete uymak, "taklit" değil, i'tisâm ve ittibâdır.

Aynur URALER

Dr., M.Ü. İlahiyat Fakültesi, Hadis Anabilim Dalı


Cevapla

“İslam ve İnsan” sayfasına dön