"O Bir Kumandandır"

Türkiye ve Dünya Tarihi
Cevapla
basaran
Başçavuş
Başçavuş
Mesajlar:136
Kayıt:06 Nis 2007 10:49
"O Bir Kumandandır"

Mesaj gönderen basaran » 11 Nis 2007 11:55

2 kasım 1967’de Risale-i Nurları tanıdım. Edebiyat Fakül­tesinde okuyordum. Selâhattin isminde bir arkadaş, elim­de dinî bir gazete görünce yaklaştı ve gayet sessiz bir ifa­deyle, “Sen Risale-i Nur okudun mu?” dedi. Ben de “İsmini duy­dum, ama okumadım.” dedim. O zaman:

“Risale-i Nur bütün iman hakikatlerini ispat ediyor.” dedi. Ben de o zaman:

“Madem siz ispatla meşgulsünüz, benim defterime yazdığım birkaç cümle var, size okuyayım.” dedim.

Okuduğum dinî dergi ve gazetelerden ilgimi çeken cümle­leri defterime yazmıştım. Kur’an’ın küçük çocuklar tarafın­dan dahi kolayca ezberlenmesi, hafızalara yerleşmesi ve tek­rarının usandırmaması hususunda yazdığım cümleleri oku­dum. Meğer bunlar da Risale-i Nur’danmış…

Kendisiyle derse gitmek üzere anlaştık ve bir gün Sü­ley­ma­niye dershanesine gittik. Mustafa ve Eyüp Ekmekçi’ler, Se­lâ­hattin ve bir de ben vardım. Hz. Eyyûb’un (a.s.) kıssa­sın­dan birinci nükteyi okudular. Ders bittikten sonra:

“Acaba bilmediğimiz kelimeler parantez içinde yazılmış ol­saydı daha iyi olmaz mıydı?” dedim.

Eyüp Ağabey:

“Bediüzzaman Hazretleri bir manaya kaç kelime gelir, bu manada bir lügat yazmak istemişti. Fakat bunu eserinde gerçekleştirdiğinden, anlamadığınız bir kelime ya o cümlenin içerisinde veya paragrafın içerisinde veya konu içerisinde geçmektedir. Eğer geçmiyorsa, konunun mantıkî üslûbundan o kelimenin manasını çıkarmak mümkündür.” dedi. Aslında bu da Zübeyir Ağabeyden bir nakildi… Ben o zaman, “Oh,” dedim, “lügat derdi de yokmuş...”

Dershaneden çıktığımızda Selâhattin:

“Nasıl buldun?” dedi.

“Dinî konuda nasıl sorulmaz, elbette güzeldir, güzel bul­dum...” dedim.

Şimşek çaktı

İkinci gün tekrar gittik. Bu gidişimde şimşek çaktı. Nuret­tin Tokdemir, yine bizim gibi iki-üç tane yeni arkadaş vardı. “Dünyanın öküz ve balık üzerinde oluşu”yla ilgili bah­si okudu, açıkladı. Çok etkisinde kaldım. Dışarı çıktım. Kirazlı­mes­cit Camii’ne varmadan yolda şunları düşündüm:

Akıl ve mantık dışı sanılan bir cümleyi, aklen ve mantıken açıklayan, fennen izah ve ispat eden ve dolayısıyla bu sözün mucize olduğunu beyan eden bu düzeydeki bir ilim sahibinin ilmi, biz Müslümanların bu zamanda ne ihtiyacı varsa hepsini cevaplamıştır. Eğer yazılmayan varsa, yazılanlardan kıyaslayarak çıkarmak mümkündür. Öyleyse ben hiçbir şey anlamasam da hangi konuları ispat etmiştir diye bir defa okuyayım. “İleride nefsimden, şeytanımdan ve hariçten bir soru geldiği zaman ‘Risale-i Nur’da ispat edilmiştir.’ diyerek imanımı korurum.” diye bir an evvel okumaya karar verdim.

Zübeyir Ağabeyi ilk defa Eyüp Ağabeyle birlikte Süley­ma­niye’nin dışında gördüm.

“Kardeşim, nerede oturuyorsun?” dedi.

“Fındıkzade.” deyince,

“İnşaallah Cenab-ı Hak orda bir dershane-i Nuriye ihsan eder.” dedi.

Sonra ilk ziyaretim Süleymaniye’deki odasında oldu. Ka­pıda gördüğümde:

“Kardeşim,” dedi, “ben böyle gördüğün gibi perişan bir insanım. Ben evliya mevliya değilim. Bu tarzda geleceksen gel.” dedi. Ben de içimden “Oh, tam aradığım kafada bir adam!” dedim. Ondan sonra ne zaman istersem kapısını vur­dum girdim. Hatta Nurettin Tokdemir gibi çok kardeşler, ra­hat girip çıktığım için, “Duyduklarını yaz.” diyorlardı.

İlk anlattıklarını bir nur olarak gördüm. Sorularımı içim­den geçirirdim, cevabını verirdi. Ama bunu ben Zübeyir Ağabeyde ilim olarak gördüm. O ilimden istifade etmeye çalış­tım. Gördüğüm harikalar varsa, onların Üstadın ruha­ni­ye­tinden geldiğini, arkalarında Üstadın olduğunu düşündüm.

Ondan sonra Risale-i Nur derslerine devam etmeye başladım. Üstadın “Bir sene bu eserleri anlayarak okuyan…” cüm­lesini baz aldım. Bir yılda Risale-i Nurları üç kez okudum.

Yetmiş hikmet

Zübeyir Ağabey, Üstaddan gelen bir cümleyi veya parag­rafı pek çok hikmet çıkarmak için tekrar tekrar okurdu ve derdi ki:

“Biliyorsunuz kardeşim, evliyaullah 70 hikmetten serd-i kelâm eyler. Onun için lâhika mektuplarını da iki defa oku­yun.”

1968’in sonlarında Haseki’deki dershanede kalmaya başladım. 1969’un başından itibaren Zübeyir Ağabey de geldi. Eyüp Ağabey, Rüştü Ağabey ve Ömer kardeş de oradaydı. Ahmet Tanyel askerden gelmişti. Biz orada ekip olarak kal­ma­ya başladık. Tahiri Ağabey de gelip gidiyordu. Tashih hiz­meti başlamıştı.

Bir dersten sonra rüyamda Efendimizi (a.s.m.) gördüm. İlmi nur olarak üç tarzda izah etti. Daha sonra Zübeyir Ağabeyden şunu duydum:

“Üstadımız Risale-i Nur’u üç temel esas üzerine bina etmiştir:

1. İmanî bahisler.

2. Müdafaalar.

3. Lâhikalar.

“İmanî bahisleri okuyanlar, ehl-i takva ve ehl-i salâhat olur. Müdafaaları okuyanlar, davasının müdafaasıyla mü­ceh­hez olur. Lâhikaları okuyanlar, hadiseler karşısında na­sıl hatt-ı harekette bulunacaklarını lâhikalardan öğrenirler.” De­mişti.

Bir gece Zübeyir Ağabey, Sadık Bahtiyar’la tashih yapıyorlardı. Ben de uykuya dalmıştım. Zübeyir Ağabeyden duy­duğum bir cümleyle uyandım:

“Kardeşim, biz münekkit ve musahhih değiliz, biz hizmet­kârız.”

Tashih ederken tenkit halet-i ruhiyesiyle, “Bunlar yanlış yazmışlar, biz de düzeltiyoruz,” değil, “hizmetkârız...”

Zü­be­yir Ağabeyden ilk yazdığım cümle bu oldu.

“Dinlerlerse anlat”

Derslerden sonra bazen birine ayakta şevkle iki saat anlattığım olurdu. O da dinlerdi. Fakat bu durumun uygun olup olmadığını Zübeyir Ağabeye sordum. Şöyle dedi:

“Kardeşim, anlattığında dinliyorlarsa anlat, okuduğunda dinliyorsa oku, devam et.”

Bundan sonra Tevruz Apartmanına taşındık. Çünkü Ta­hiri Ağabey geldiğinde yerimiz müsait olmadığından rahat kalamıyordu. Böylece 2,5 sene Zübeyir Ağabeyle olan be­raberliğimiz başlamış oldu.

O sırada Kayseri’de MTTB’nin seçimi vardı. Biz de gittik. Aslında saf bir kardeşimiz vardı. Onun zihni karışmasın di­ye gitmiş, Sadık Bahtiyar’la parkta ona hakikatleri anlatmış­tık. Seçime katılamadan döndük. Dönüşte Zübeyir Ağa­b­eyin bana söylediği cümle şuydu:

“Kardeşim Ahmet Emin. Pedagojide vardır ki, günlük, ge­lip geçici içtimaî ve siyasî hadiselerle fikren meşgul olmak ve karışmak, bir dava adamının davasındaki inkişafına engeldir, kabiliyetlerini dumura uğratır.”

O zamana kadar benim siyasî ve sosyal meselelere karşı ilgim vardı. Bu cümleden sonra bütün benliğimle Risale-i Nur’a yöneldim.

Zübeyir Ağabeyle bulunduğum iki buçuk sene zarfında emir sigasıyla bir hitabını duymadım.

Bağdaş kurdu

Haseki’deki dönemde annemden, makarna yapmasını öğ­renmiştim. İlk defa bir makarna yaptım. Zübeyir Ağabey bi­zimle yemeğe oturmazdı. O sırada sofranın yanından geçi­yordu. “Ağabey,” dedim, “yemek yaptık, gel otur da ye.”

“Peki kardeşim.” dedi ve bağdaş kurup oturdu. Sonra:

“Resulullah Efendimiz (a.s.m.) ömründe bir defa bağdaş kur­muş. Sahih-i Buharî’de var. Mescidin arka tarafında... Ben de o sünnete ittiba etmek için ömrümde bir defa bağdaş kurayım...” dedi.

Devamlı diz üstü, Şafiî mezhebindeki oturuş tarzında otururdu. Çok mütevazi idi. Yemekten yedi. Ondan sonra Mustafa Ekmekçi, “Biz sekiz sene buradayız, bir yemeğe işti­rak ettiğini görmedik. Sadece bir iftara iştirak etmişti.” dedi.

Her şeyi Üstada bağlardı

Benim Zübeyir Ağabeyde gördüğüm bir husus da şuydu:

Dershanede kalan masum Nur talebelerinin nazarlarının siyasî ve geniş dairedeki olaylara çekilmesi karşısında azap çekerdi.

Biz dersten dönüp geldiğimizde kapıda görünürdü. Bir vesile bulup bize Üstad ve Risale-i Nur’dan anlatırdı. Ağzından başka şey çıkmazdı.

Bir defasında bütün ağabeyler gelmişti. Bayram Ağabey, Sun­gur Ağabey, Hüsnü Ağabey… Herhâl­de bir istişare yapılacaktı. Ağabeyler bizim kaldığımız odada du­ruyorlardı. Konuşmalar olmuyordu. Zübeyir Ağabey, odasından geldi:

“Kardeşim, Üstadımız Emirdağ’da iken bu mevzuları ayrı bir odada konuşurdu.” dedi. Bunun üzerine bütün ağabey­ler kalktı, öbür odaya geçtiler. Her sözü, her hareketi ya Üstada ya da Risale-i Nur’a bağlardı.

Mütebessimdi

Zübeyir Ağabey, daima şevk-i mutlak içindeydi. Onu gördüğümüzde mütebessim çehresinden hep şevk alırdık. “Her ne kadar ruhumda bora, fırtına, tipi esse de kardeşim, benim şevkimi kırmaz.” derdi.

Bir odada Tahiri Ağabey, bir odada Zübeyir Ağabey var­ken biz bir arkadaş ortamında gibiydik. Yani “Ağabey ge­liyor, aman dikkat edelim, kendimize çekidüzen verelim!” gibi bir sıkıntımız hiç olmadı. Gayet rahat, arkadaş gibi bir hayat geçirdik. Bakıyorum bazı yerlerde arkadaşlar, “Ağabeyin yanında rahat hareket edemiyoruz!” diye bir sıkıntı ve kabz hâli içinde oluyorlar. Bunlar istidadı köreltir, dumura uğratır. Biz bunu gördük.

Tahiri Ağabey, onun huzurunda çoğu kez ayakta ellerini öne bağlayarak, hürmetkâr bir şekilde dururdu.

Bazen Zübeyir Ağabey, Süleymaniye’de Anadolu’dan ge­­­len kardeşlerle görüşmek üzere aramızdan ayrılmak ister­d­i. Tahiri Ağabey “Bugün de kal.” derdi. O, “Ağabey git­­mem lâzım.” derdi. Gittikten sonra arkasından, “Kardeşim, o bir kumandan, biz ona müdahale edemeyiz.” derdi.

Cendereden geçerdik

Bana, “Ahmet Emin, her zaman gelebilir, mizaca ait, insan­ların birbirleriyle görüşmelerine ait en ince teferruata ka­dar her şeyi sorabilirsin.” demişti. Yine “Bana her şeyi so­rabilirsiniz. Üstaddan izin varsa cevap veririm, Üstaddan izin yoksa cevap vermem.” demişti. Biz de bunlara dayanarak kendisine hep sorardık.

Bir gün şöyle demişti:

“Üstad, ‘İhlâsınızdan ve sadakatinizden şüphe etmem, fakat aldanabilirsiniz.’ derdi. Pedagojide vardır. Ana okulu­na giden çocuk, bahçeye adımını atar atmaz paspas olur. Paspası atlar geçer. Binanın önünde ikinci paspas vardır. Bi­rincisi hayaline takılıdır, ikincisine ayaklarını siler geçer... Üs­tadımız, ihlâs ve sadakatimizi kıracak bir şey daha hayali­mize gelmeden şiddetle bizi ikaz eder, ders verirdi. Eğer nef­simizde müdafaa hissi uyanırsa, ‘Avukat gibi nefsinizi mü­dafaa ediyorsunuz.’ derdi. Bizi 15 günde bir cendereye alırdı. O cenderenin sonunda herkes ayrı bir köşeye çekilir, göz­yaşı dökerdi. Tahiri Ağabey şefaatçi olurdu. Onun yüzü suyu hürmetine affedilirdik.”

“Üstad nakletmişse tamam…”

Vefatından tahminen 40 gün önceydi… Risale-i Nur’dan özetle 15-20 madde söyledi. Onların çoğunu Fethullah Hoca tatbik etti. Hatırladığımın özü şuydu:

“Kimse kimseden hizmet için ruhsat almayacak. Dersha­ne açmanın, hizmet etmenin engeli olmaz. Her Nur talebesi, Risale-i Nur’u kendi malı gibi bilip hizmet eder. Kabiliyeti­ne göre hayat-ı içtimaiyede, siyasîyede, her alanda Risale-i Nur’u yayar. Sorulacak bir şey yok. Üstaddan nakletmişse tamam...”

İleride karşılaşacağımız hadiselere karşı nasıl hareket edeceğimizi sormuştum. “Bu konuda Üstaddan bir nakil vars­a onu sorup yapar, değilse Risale-i Nur’da yazılışıyla, onun­la amel edersiniz. Zübeyir de dese, ben Üstadın ve Risale-i Nur’un dediğini yaparım, der, istikbalde böyle hadiselere karşı dayanırsınız.” demişti.

O bizi hür yapmıştı…

Üstadın sırrına vâkıftı

Yine Tahiri Ağabey bir gün şöyle demişti:

“Biz Üstadın yanında yatsıdan sonra diğer kardeşlerle birlikte ya bir defa ya iki defa kalmışızdır, o kadar... Ama Zübeyir, yatsıdan sonra devamlı yanındaydı. Onun sırrına o vâkıftı. Onun için bize sormayın, ona sorun...”

Zübeyir Ağabeyin dayanak noktası, Üstad ve Risale-i Nur’­du.

Lâhikaları okuduğumda şöyle bir soru sormuştum:

“Nur talebelerinin ortak özelliği, okumak ve neşir midir?” Şu cevabı vermişti:

“Evet kardeşim, okumak ve neşirdir. Fakat tab başka, ne­şir başkadır. Neşir yaymaktır, tab ise basılıp çoğaltılması­dır.”

Bunun üzerine bende şu mana uyanmıştı:

Bir Nur talebesi Risale-i Nur’u okuyor, ama intişarına çalışmıyor veya intişarına çalışıyor, ama okumuyor. Her iki­si de olmaz. Hem okuyacak, hem intişarı için gayret edecek. Dershane açacak, dersler yapacak, gençlerin gelmesini sağlayacak. Maddî manevî destekte bulunacak. Hepsi bunun içine giriyor. Böylece herkes hubb-u riyaseti terk eder, şahs-ı manevî hesabına çalışır, ondan hisseder olur.

Yine bir gün şöyle demişti:

“Risale-i Nur’un tab ve basım safhaları vardır. Evvelâ hatt-ı Kur’an’la, elle yazılarak çoğaltıldı. Daha sonra, hatt-ı Kur’an’la yazılanlar, teksirle çoğaltılmaya başlandı. Ondan son­ra yeni yazı daktilo makinesiyle yazılmaya başlandı. Da­ha sonra daktilo makinesiyle yazılanlar, teksir edilmeye başlandı. Ondan sonra matbaada dizgi yoluyla basıldı.”

Şimdi çok daha ileri teknolojiyle ofset baskıyla tab hizmeti devam ediyor.

“Hizmet daire dairedir”

Bir gün hizmetin farklı grup ve dairelere ayrılmasına işaret ederek şöyle demişti:

“Kardeşim, şimdi dairemiz, daire daire hâline geldi. Her da­i­reyle uhuvvetkârane ve muhabbettarane hareket etmek, kim­seyi kendi dairesine çekmeye çalışmamak, rekabet­kâ­ra­ne hareket etmemek, hatta seni düşürmeye çalışsalar da mu­ka­bele etmemek gerektir.”

Ziyaretine gelen Nur talebesi hocalara özellikle iki şey tav­siye ederdi: Biri, Üstadın Mehdîliğini hadislerle izah eden bir eser yazmak. Diğeri de sahabelerin fedakârlıklarına dair eser yazmak...

Bir ara gazetenin fazla öne çıkarılması üzerine, hizmetin esa­sındaki dengenin bozulma istidadı göstermesine karşı şöyle demişti:

“Onlar Mustafa Polat ile Salih Özcan’ın hizmetini devam ettiriyorlar, biz ise Bediüzzaman’ın hizmetini devam ettiriyoruz... Üstad,” demişti, “iman hakikatlerini izah et­mez­di. Çün­kü izah, şahsa bağlar. Cemaati kitaba bağlamaz. Halbuki amacımız Kur’an-ı Azimüşşanın bu asırda bir mucize-i ma­neviyesi olan Nur Risaleleriyle kendimizin imanını kurtarıp başkalarının imanına kuvvet vermek, İslâmın güzelliğini hâlimizle göstermektir.”

Tevazu muvaffak eder

Bayrampaşa’da Fırıncı Ağabeyin ağabeyinin evindeki ders­te idik. Yaşlı bir zât, kendi bildiklerini anlatarak bir nevi dersi kaynatmıştı. Biz de tecrübesiz olduğumuzdan ne söyleyeceğimizi bilemedik. Döndüğümde Zübeyir Ağabeye sordum:

“Ağabey, derste yaşlı bir zât gelirse ve karışırsa ona karşı ne yapmak lâzım?”

“Kardeşim, böyle bir şey olduğu zaman, ‘Allah razı olsun. Anlattıklarınızdan istifade ettik. Siz benim babam yerin­desiniz, ben sizin evlâdınız makamındayım. Nasıl ki cami­de vaaz veren hocanın vaazını cemaat dinler, biz de bura­da Bediüzzaman’ın vaazını dinliyoruz.’ derseniz, memnun olur. Çünkü bu hizmette tevazu ve mahviyet ile mu­vaf­fak olunur.” dedi.

İkinci gittiğimde aynı olay cereyan etti. Aynen bu sözleri söyledim. Adam, “Sağol evlât. Biz yeni geldik, bil­mi­yor­duk.” dedi.
Onun söylediklerini aynen uygulayınca kapalı kapılar açılırdı.


Cevapla

“Tarih” sayfasına dön